Necibe Güler
Seyfettin Araç’ın ikinci romanı ‘Unutulmuş Topraklar’, SRC Kitap tarafından yayımlandı. Bu romanında da bilinen klasik roman tarzının dışına çıkan Araç, okurunu dört yetim çocuğun ve babalarının serüvenine davet ediyor.
Seyfettin Araç’la ‘Unutulmuş Topraklar’ı ve edebiyatın misyonunu konuştuk.
Bir edebiyatçının sorumluluğu nerede başlar? Edebiyat anlayışınızın çerçevesini çizer misiniz?
Her şeyden önce iyi edebi eserler ortaya koymaktır edebiyatçının misyonu. Yaşadığı toplumun hassasiyetlerini göz ardı etmeden eşit yurttaşlık manifestosuna sadık kalmaktır. Çünkü bir yazarın kalemi onun hem vicdanı hem karakteri hem de dünya görüşü, ideolojisidir. Yazdım bitti ile olmuyor çoğu zaman. Herkes sustuğu zaman bile edebiyatçılar susmamıştır, tarihte buna binlerce örnek verebiliriz. Benim edebiyat anlayışım ve bakış açım; salt gerçek sanat eserleri ortaya koymak. Çağın ötesinde eserler var etmek, sanatın bizatihi kendisi için çaba sarf etmek. Yazar, sanat için üretmeyecek ve topluma ışık tutmayacaksa aydın olmasının anlamı nedir?
“Oyun çağında ölümle uyuyup ölümle uyanan çocuklar”ın romanını yazdınız. Sözcükler kötü yazgıların akışını değiştirebilir mi?
Bir romanın, binlerce senelik oturmuş bir sistemin yarattığı yazgının akışını değiştirebileceğine pek inanmıyorum. İyi bir eser ortaya koyan bir yazarın düşündüğü tek şey, eğer toplumun duyarlığına seslenebilmişse; ilgiyi o konuya, o bölgeye veyahut o insana, insanlara çekebilir, o kadar. Bu konuda başarılı olabilmesi de yapıtın başarısına bir biçimde bağlıdır. Ayrıca ‘belli bir duyarlığı yansıtan yapıtlar, toplumsal bilinci yükseltir’ umudu tüm yazarlarda olduğu gibi bende de hep var, var olmaya da devam edecek.
‘ACILI COĞRAFYALAR HARİTASI’
Güneydoğu’yu ‘Unutulmuş Topraklar’ olarak nitelendirdiniz. Bu unutulmuşluğun nedenleri malum. Ancak coğrafyanın genetiğinin de etkisi yok mu bu terk edilmişlikte?
Birçok etken var kuşkusuz. Ancak kendinizi seksenli yıllarda oralarda ömrünü geçiren biri olarak hayal edin. Ana diliniz, gelenekleriniz, bildikleriniz ve yaşama uğraşınızdan başka elinizde tek bir şey yok. Köyünde sürgün kalmış, hastalıkla, açlıkla, yoklukla baş mücadele ediyorsunuz. Elinizde avucunuzda üç beş hayvan, birkaç dönüm kıraç tarla. Romanda Azmi de böyle bir karakter değil mi? Sonra siyaset ve silahlı güçler üzerinde oynanan türlü oyunlar. Sonrası da zaten dünyanın tanık olduğu acılı coğrafyalar haritası.
‘BİR TARİKAT NASIL BİRLEŞTİRİCİ BİR GÜÇ OLABİLİR?’
Sağ siyaset dini, birleştirici unsur olarak gördüğü için bölgedeki tarikatçı unsurlara destek veriyor. Bu politikalar için ne söylersiniz?
Bir yazar olarak düşüncelerimi kitaplarıma yansıtmaya çalışıyorum. Bir aydın olarak katıldığım toplantı, seminer ve konferanslarda ne düşünüyorsam açıklıkla ifade ediyorum. Tarikatların bu ülkeye götüreceği yer Taliban Afganistanı’nın bir benzeri olabilir. ‘Unutulmuş Topraklar’ bunların da çilesini çekiyor. Bu tuhaf bir döngü. Dinle bir gelecek tasavvur etmeyi ne bu ülke nede bu bölge hak ediyor. Bir tarikat nasıl birleştirici bir güç olabilir? Herkes o tarikatlara inanıyor mu sanıyor, bu ufku ve bu stratejiyi çizenler?
Romanın Batılı karakteri mühendis Adnan Bey, “İnsanın tek kimliği olur, o da vicdanı” diyor. Bize bu ifadeyi açar mısınız?
Bu cümle aforizmalar yazdığım, aforizmalarla ilgili profesyonel bir ekip çalışması yaptığım dönemde aklıma gelen ve romana dahil ettiğim bir cümle oldu. Oldukça güçlü bir ifade. Romanı okuyanların bu cümleyi beğenmeleri ve paylaşımlarında bu ifadeye yer vermeleri gururumu okşadı. Öte yandan Adnan Bey ile düşünmemiz gereken bir başka mesele de, Doğu’ya gelen her bürokratın veya memurun tek kimlik, üst kimlik gibi kavramların üzerinde çok durmaları ve bunu halka empoze etmeye çalışmaları.
Bunu eleştiriyorsunuz.
Tabii ki! Bir insana dışarıdan yüklediğiniz kimliğin ne önemi var? İnsanın iki hali vardır; ya iyi biridir ya da kötü! Bir başka deyişle ya vicdanının yönettiği insandır ya da vicdanı kararmış biri. O yüzden Adnan bey Batı’dan gelen bir yönetici olarak yapılan haksızlıklara baş kaldırırken kimlik konusunun bu kadar büyütülmesini de eleştiriyor ve insanın vicdanına yüklüyor bu durumu.
‘EDEBİYAT, BARIŞ VE KARDEŞLİĞİN DİLİNİ YARATIR’
Edebiyatın barışa, güzelliğe ve iyiliğe hizmet etmesi gibi net bir misyonu var mıdır?
Edebiyat, barışın ve kardeşliğin dilini yaratır; onu kullanır, onun aracılığıyla yaşanası bir dünya tasavvur eder. O yüzdendir ki Afrika’da bahtsız halkların yaşadıkları bizim yüreğimize yük olur. Doğu’nun kuş uçmaz kervan geçmez bir mecrasında bir çocuğun gözünden akan yaş, Batı’da çok farklı koşullarda yaşayan bir başka çocuğun gözyaşına neden olabilir. İşte bu etkiyi yaratır edebiyat.
Eğlendiren ve hoşça vakit geçiren bir faaliyetten öte bir şeydir diyorsunuz.
Bunu tüm samimiyetimle söylüyorum; edebiyatın bittiği bir dünyada hayat biter, medeniyet biter, sağduyu biter, her şey biter. O zaman insanlar nelerle meşgul olur? Ulaşılması çok kolay rengarenk sosyal medya, popüler kültür, ucuz sohbetler ve ekranlardaki sabah programlarıyla oyalanır. Kara para aklamalarının, kısa yoldan zenginliklerin seyircisi haline gelir. YouTuberlar, influencerlar ve en nihayetinde karanlık odaklar tarafından yönetilen bireyler haline gelirler. Edebiyat hisarının yıkıldığı alanda cehalet cirit atar. Bilgisizliğiyle ömür tüketen toplumlar nefes alamaz hale gelir. Edebiyatı duyarlıklarımız yaratır ve yönetir. İnsanın insan oluşudur bu aynı zamanda!
Güneydoğu’da bir yerlinin yaşadığı hayat var bir de Batı’dan oraya giden resmi görevlilerinki. ‘Unutulmuş Topraklar’ buna çok sık vurgu yapıyor. Peki nasıl aşılabilir bu sorun?
Gerçekten uzun yıllar boyunca, Doğu bu ülkenin çalışan kesimi için sürgün yeriydi. Bunu filmlerde ve birçok kitapta da görebiliriz. Mardin’e korkuyla gelip de sonra huzur bulduğu için dönmek istemeyen birçok eğitimciler tanıdığım gibi, geldiği andan dönüşüne kadar insanları tahkir edip zulmeden, sevgisiz insanları da gördüm. Bu bir yara ve maalesef çok derinleşti. Gücü elinde bulunduranlar bu sorunu çözmek isteselerdi medyası, aydını ve siyasetçisiyle çoktan başarırdı. Oysa Unesco’nun yaşayan dünya mirası olarak ilan ettiği Mardin muazzam bir şehir. Orada yaşayan insanlar, son derece misafirperver ve kadirşinas. Ancak Batı’da yaşayan insanlarımız bu gerçeği ne kadar biliyor, orası tartışılır.
‘DOĞU’DA SİSTEME TESLİM OLMAYAN TEK BİR KİŞİ BİLE AYAKTA KALAMADI’
Romanın önemli figürlerinden Neriman Hanım, eşi için “Unutulmuş toprakların unutulmuş ağası” diye bir ifade kullanıyor. Bölgenin ağaları bile unutulmuş mu?
Ağalık artık doğuda, yerini çoktan dini unsurlara, tarikat liderlerine bıraktı. Ağalıkla yönetilen köylerde çağdaş, modern ağa görmek zaten pek mümkün değildi. Sadık Ağa bu sistemin dışında bir karakter. Eğitimini Batı’da tamamlamış, Avrupa’nın birçok kentini gezmiş, oralarda yaşamış. Ancak ağası olduğu toprakları ve halkını dönüştürmek için büyük bir mücadele veriyor. Sadece ağalar değil Doğu’da sisteme ve güce teslim olmayan tek bir kişi bile ayakta kalamadı. Ya Batı’ya göç ettiler ya da kendi topraklarında unutulmuşluklarına teslim oldular.
Sadık Ağa’ya göre halk hayatı yaşamıyor adeta ölmek için yaşamın hızla geçmesini bekliyor. Hayat da mı yenildi bu topraklarda?
Son yıllar için net bir şey söyleyemem. Teknolojinin getirdikleriyle, yapılan yollarla belki hayat biraz daha kolaylaşmış olabilir. Onun dışında değişen bir şey yok. Ve fakat yaşamı sadece ölüme kavuşmak için bekleyenler hep var, olmaya da devam edecekler. Çünkü kaderciliklerini o tarikat şeyhleri besliyor. Biraz insanca yaşamayı öte dünyaya çoktan bırakmaya hazırlar.
‘Unutulmuş Topraklar’a dair okurlarınıza bir ipucu vermek ister misiniz?
Elbette. ‘Unutulmuş Topraklar, her şeyden önce güzel bir dönem romanı. Okurlar, kendilerini seksenli yılların Mardin’inde, çorak topraklarda, yatılı okul sıralarında, ranzaların arasında yetim çocuklarla şeyleri yaşayacaklar. Uçsuz bucaksız bir zaman yolculuğuna davet ediyorum onları. Umudun peşine düşüp yanılmalarını istemiyorum ama gerçek karakterler ve gerçek hikayelerle bezeli bir romanda kaybolacaklar, işte bunu vaat ediyorum. Bahtsız coğrafyanın, bahtsız çocuklarının, bahtsız zamanları.